Söyleşiler II Ayça Gürdal Küey

Hazırlayanlar: Barış Özgen Şensoy, İlker Özyıldırım

 

Söyleşi Soruları

 

Aşağıda toplumsal düzeyde gerçekleşen 'olağanüstü' durumlara ve travmatik yaşantılara psikanalitik bağlamda nasıl yaklaşılabileceğine ve etkilerinin ne şekilde anlaşılabileceğine yönelik bazı sorular hazırlanmıştır. Soruları deneyimlerinize dayanarak olabildiğince genel ve soyut biçimde yanıtlamanızı tercih etmekteyiz.

 

  1. Toplumsal düzeyde gerçekleşen travmatik etkileri bireysel düzeyde düşünürken ve daha çok hangi kuramsal kavramsallaştırmalardan yararlanmaktasınız?

 

  1. Toplumsal düzeyde gerçekleşen 'olağanüstü' durumların analitik çerçeve üzerine ne tür yansımaları olmaktadır; bu yansımalar karşısında genel olarak nasıl bir anlayış ve tutum geliştirmektesiniz?

 

  1. Toplumsal düzeyde gerçekleşen travmatik olayları takip eden süreçlerde dayanışma ve gönüllülük vurgusu taşıyan, ve bazen ücretsiz, psikanalitik çalışmalar yapılabilmektedir. Böylesi bir bağlam içinde gelişen çalışmaların analitik sürece, aktarım karşı aktarım dinamiklerine yansımalarına dair gözlemleriniz nelerdir?

 

  1. Toplumsal düzeyde gerçekleşen 'olağanüstü' durumların ve travmatik etkilerin içinden geçerken bu yaşantıların analitik 'duyum', 'duruş' ve 'tutumlarınızda' ne gibi etkileri olmaktadır?

 

  1. Toplumsal düzeyde gerçekleşen travmatik olaylar bağlamında ruhsal gerçeklik ve dış gerçeklik, düşlem ve gerçek, aktarım ve hakikat çiftlerinin ilintileri ekseninde yeniden düşündüğünüz ve değerlendirdiğiniz noktalar olmakta mıdır?

 

 

AYÇA GÜRDAL KÜEY: "Katlanılmaz olan bilinçdışı ruhsal travma ile çalışabilmek, son gerçek travmayı dinlemek paylaşmak ve anlamlandırmayı sağlıyordu.  Ruhsallıkta bağları kurabilmek yaşam dürtüsünü harekete geçiriyordu."

 

 1.

Toplumsal travma yaşamış kişilerin psikoterapisi üzerine düşünürken ve çalışırken yürüttüğüm tartışma süreçlerinde, bütün psikanalitik kuramı boylu boyunca kat edecek şekilde bir çok psikanalitik kavramsallaştırmadan yararlandığımı fark ettim.

Bu kavramsallaştırmaları açmak için travma ile ilgili psikoterapilerde gözlediklerimi kısaca özetlemeliyim: Toplumsal travma, bireyin söz konusu travmadan önceki hem bedensel hem de ruhsal travmalarını harekete geçirmekte ve travmatik etki her öznenin ruhsal örgütlenmesine göre o özne tarafından yaşanmakta, ona göre belirti vermekteydi.

Süreçleri değerlendirirsek; ruhsal yaralanma, daha da kötüsü hem ruhsal hem de bedensel yaralanmanın yarattığı derin hayal kırıklığı şefkatli kucağı kaybetmek bağlamında annesele ilişkin; güvenli koruyucuyu kaybetmek bağlamında da babasala ilişkin derin bir kırılma oluşturmaktaydı. Dolayısıyla psikoterapilerde çok çabuk olarak anneye, babaya ve bakım verenlere ilişkin eski çatışmaların gündeme geldiği gözlenmekteydi. Arkaik yıkıcı düşlemlerin gerçekleştiği bir alan olarak travmanın yaşanması kardeş rekabetini, bununla bağlantılı olarak derin bir suçluluğu da canlandırmaktaydı.

Bu sorunsallar üzerine analitik çalışma, ruhsal aygıt kuramından başlayarak temel olarak benlik yapısı ve benlik işlevlerine ilişkin kuramı akılda tutmayı gerektiriyordu. Ruhsal yaralanma narsisizm ile bağlantıyı gündeme getirmekteydi. Ölüm dürtüsü/yaşam dürtüsü, haz ilkesi, hoşnutsuzluk tartışmanın temel akslarındandı. Ama “sonradan etki” (après-coup/ nachträglichkeit) bütün travma ile ilgilenen klinisyenlerin en temel olarak yararlandığı kavramsallaştırma olarak dikkati çekmekteydi.

Gerçek ya da düşlemsel kayıp daha önceki tamamlanmamış yasları çok çabuk harekete geçirmekteydi. Kayıplar ruhsal örgütlenmeye ve kaybedilenle ilişkiye göre taşınıyordu. Bu bağlamda melankoli, suçluluk, rekabet, haset ile ilgili kavramsallaştırmalar klinisyenin çalışmasına eşlik etmekteydi.

Çalışmalarımızdaki dikkat çekici bir başka nokta psikosomatik kuramın hem bedene yönelen yıkıcılık bağlamında hem de narsisizm ile ilişkili olarak gündeme gelmesi oldu ayrıca klinik olarak psikoterapilerde psikosomatik hastalıklarda alevlenme gözlendiğini de not etmeliyim.

Saldırganlık, yıkıcılık Olumsuz (Négatif) olanın psikoterapiye gelmesini çabuklaştırmakta ve kavramsal ele alınışını çalışmaya taşımaktaydı. “İyi” ve “kötü”nün tartışılması ise Olumsuzlama (Négation) çerçevesinde düşünmeyi gerekli kılmaktaydı.

Bu anlamda birden çok kez elimi uzattığım metinlerin S. Freud’dan başlayarak, M. Klein, W. Bion, A. Green, J. Laplanche, C. Smadja, R. Roussillon, J. Kristeva gibi kuramcılara ait olduğunu gözledim. Freud’un mektupları dahil bir çok yazısına çok kez geri döndüm. Belki de yine Freud’un etkisiyle! “kötü” ile başa çıkmaya çalışırken W. Shakespeare ve J. W. V. Goethe başta olmak üzere birçok edebiyatçının metinlerinden de çok yararlandığımı eklemeliyim.

 

 2.

Bu anlamda travma yaşayan kişilerin ihtiyaç duyduğu korunaklı alanın tam da bir analistin sunacağı çerçeve ve analitik dinleme ile sağlanabileceğini düşünüyorum.

Bu “olağanüstü” durumların seansa en belirgin yansıması bireyde ve psikoterapistte yaşanan suçluluk duygusunun açığa çıkması idi. Hayatta kalmanın ve bedensel bütünlüğü koruyor olmanın suçluluğu ilk seanslardan itibaren ele alınan en temel duygu olmaktaydı. Bazı durumlarda psikoterapideki birey, gerçeklik içindeki sorumluluklarından kaynaklanan bir suçluluk hissi de taşıyor ise, bu duygunun sürece eklenmesi aşılması zor bir direnç oluşturabilmekteydi. 

Suçluluk duygusunda buluşmak, psikoterapistte koruyucu yönü çabuk harekete geçirmekteydi. Kabullenici olma eğilimi çerçeveye yönelik ihlallere anlayışlı yaklaşma riskini taşıyabiliyordu ancak süpervizyonlarda, tam da bu hassas anlarda, çerçeveyi sabit tutmanın bireye ihtiyacı olan güveni sunabileceğinin işlenmesi; psikoterapisti çerçeve konusunda tutarlı kılmaktaydı.

Travma sonrası psikoterapilerde psikoterapiste güvenmek zaman alıyordu. Güvendikten sonra analitik süreç yerleştiğinde Olumsuz’un çalışılmaya başlanması ile çerçeveye örtük ya da açık saldırı olabiliyordu. Bizim çalışmalarımızda da seanslar devam edebilirse yorumlar ile bunu aşmak mümkün olabilmekteydi. Ancak direncin güçlü olduğu durumlarda psikoterapinin sonlandığı gözlenmekteydi.

Gelinmeyen seansların psikoterapideki kişi üzerine etkisi derin olmaktaydı. Psikoterapiste yönelik suçluluğu arttığı gibi, yerini aldığı “öteki”ye ilişkin de suçluluk ve çiftedeğerli duygular harekete geçebiliyordu. Bu durum çalışmalarımızda özellikle ücretsiz devam eden psikoterapilerde belirgindi. Analistin iptal etmek durumunda kaldığı seansların ise yankısı derin oluyordu çünkü yokluk/boşluk bağlamında yas canlanabiliyor ya da olumsuz devreye girebiliyordu.

Psikoterapiye ilişkin kontrat belli bir zaman aralığı için yapılmışsa sürecin devamına ilişkin kaygılar bağlanmayı zorlaştırmaktaydı. Bu noktada psikoterapinin kendi sürecini tamamlamadan sonlanmayacağına ilişkin güvencenin dile getirilmesinin önemini vurgulamak isterim.

 

 3.

Bu tartışma ikinci sorunun cevabı ile birlikte düşünülebilir.

Önceki travmalar ve tamamlanmamış yaslar travma yaşayanları psikoterapiye yöneltmekteydi ancak aynı oranda da direnç oluşturmaktaydı. Yası ele almaya ruhsal olarak hazır olmamak  direnç oluşturabiliyordu. Suçluluk, seansları hak etmediğini düşünmek, fazladan yer işgal ettiğini hissetmek devamsızlıklara yol açabiliyordu. Daha fazla ihtiyacı olana yeri bırakmak ile kendine sunulan ruhsal alanı tutmak arasındaki çiftedeğerlilik kardeş rekabetini gündeme getirmekteydi; kardeşe, arkadaşa yönelik yıkıcı duygular ve suçluluk ortaya çıkmaktaydı. Ancak gerçekliğin ağır basabildiği toplumsal travma durumlarında, bu duyguların işlenmesinin görece daha zor olduğunu fark ettik.

Yine çalışmalarımızda aktarım sürecini çok hızlı gelişebildiğini gördük. Bu gelişme kişilik örgütlenmesi ile ilgili olabildiği gibi psikoterapistin vericiliği ve kapsamaya açık tutumu da aktarımın yoğunluğunda belirleyici olabilmekteydi.

Negatif gelmeye başladığında psikoterapistin karşı aktarımda yorgunluk, çaresizlik, ücretsiz oluşun getirdiği sıkıntı, kapsayamadığına ilişkin yetersizlik duyguları gözlenebiliyordu. Karşı aktarımda ortaya çıkan bu duyguları, aktarımın yarattığını işleyebilmek önemli olmaktaydı. Gerideki ruhsal çatışmanın duyulması, işlenmesi tedavinin devamını sağlayabiliyordu. Süpervizyon çalışması karşı aktarımın ele alınmasını mümkün kılıyordu.

 

 4.

Toplumsal bir travmadan söz ettiğimiz durumda, bu travmatik olay toplumsal bağlamda terapistin de zihnine yönelik bir saldırı gerçekleştirmiş oluyordu. Böyle bir çalışma içinde yer alan psikoterapistin de toplumsal olana duyarlı olduğunu öngörmek yanlış olmaz; bu durumda psikoterapistin de zihni saldırının travmatik ve yıkıcı gücü ile işgal edilme tehdidi altında idi. Kuramsal destek, mesleki dayanışma ve süpervizyon bu tehdidi azaltabilecekti.

Olan biteni psikanalitik kuram ile anlamak ve anlamlandırmak ilk adım olarak vaz geçilmezdi.

Dinlemek de çoğu zaman travmatik oluyordu. Özellikle dile gelen diğer ruhsal travmalar ya da eski toplumsal travmalar da yüklü ise beklenmedik bir durum oluşabiliyordu. Yasların ve kayıpların harekete geçmesi o kadar belirgindi ki bazı görüşmeler doğrudan, çok daha önce yaşanmış olan bir kayıpla başlıyor ve bazen gerçek travmadan söz edebilmek ancak seanslar sonra mümkün olabiliyordu.

Bu olağanüstü durumların yarattığı duyarlılık ve duyguların çabuk açığa çıkışı karşı aktarımsal süreçleri etkilemekteydi. Bu olgular psikoterapistin seans içindeki duyumunu hassaslaştırıyordu. Karşı aktarımdaki bu özelliklerin farkında olunması ilerlemeyi mümkün kılıyordu. Bu bağlamda süpervizyon çalışması önem kazanmaktaydı.

 

 5.

Biri gerçekliğe, biri ruhsallığa bağlanan bu çiftleri analitik olarak duymayı ve işlemeyi sürdürebilmek bütün analitik süreçlerde de analistin odağındadır. Ancak travmatik olaylarda dış gerçeklik gündemi daha yaygın olarak işgal edebilme riski taşımaktaydı. İlk seanslarda analitik bağ kurulurken analistin yorumları ve seansa getirilenlerin analitik olarak tercüme edilerek dile dökülmesi; travmaya uğrayan kişinin de ruhsal işlemini farklılaştırmaya başlıyordu. Bu konuda analistin merak duygusunun canlılığı gerçekliğe kapılıp gitmesine yol açabiliyordu. Soru sorarak müdahale etmek karşı tarafa saldırgan bir etki yapabildiği gibi, merak edildiğini fark etmek ayartıcı bir nitelik de kazanabiliyordu.

Grup süpervizyonlarımızda gönüllü çalışan duyarlı  psikoterapistin katlanılmaz olanı dinlerken acı çekebiliyor ama dinlemeden vazgeçmeden ve utanmadan acısını ve gözyaşlarını üstleniyor olduğunu deneyimledik. Süpervizyonlarda ise grup gözyaşı dökme özgürlüğünü kendine tanıyordu.

Bu noktada süpervizyonun önemi vurgulanabilir. Terapistlerin de yoğun suçluluklarının harekete geçtiği süpervizyon seanslarında yaşamsallığın canlı tutulması öncelikle bütün duyguların kapsanabilmesi ile mümkün oluyordu. Hüznün de, dehşetin de, gözyaşlarının da, öfkenin de, uyanan agresyonun da…

İşte psikanalitik psikoterapinin tedavi edici etkisi bu noktada anlam kazanmaya başlıyordu. Katlanılmaz olan bilinçdışı ruhsal travma ile çalışabilmek, son gerçek travmayı dinlemek paylaşmak ve anlamlandırmayı sağlıyordu.  Ruhsallıkta bağları kurabilmek yaşam dürtüsünü harekete geçiriyordu.

 

* Psikanaliz Yazıları’nın Bireysel ve Toplumsal Travmalar I başlıklı 34. sayısında (İlkbahar 2017) yayınlanan bu söyleşilere katkı sunanlara ve bize bu paylaşım olanağını yaratan Psikanaliz Yazıları Yayın Kurulu ve Bağlam Yayınları’na teşekkür ederiz.